Yusufçukların çayırlardaki munis sesi, günlerdir yankılanmaya devam ediyordu. Tepelere sıra sıra dizilmiş çam ağaçları, sükûnetlerini berhava etmeden, güneş huzmelerini cömertçe alıp dallarına doğru sarkıtıyorlardı. Köyün ortasından, asırlardır kıvrım kıvrım geçen Habeş Çayı, ne menem bir sukutu dillendirse de, "ağız dil vermeyen" yarenlikleri de barındırıyordu boz bulanık kollarında…
Yamaçtan, kara bir tren gibi inen sığır sürüsü, yalpalaya yalpalaya, kendilerini bekleyen evlerine doğru uzanıyorlardı…
Ulu ağaçlarda konaklayan saksağanlar, bir karaltı görmenin tılsımlı esvabını, zaman ve mekân aşan bir dinginlikle, ürkütücü bakışlarında saklıyorlardı yine…
***
Ormanlarla çevrili yalnız bir köyde zaman, kendi kavlinde devranını sürdürmeye devam etse de, gün görmüş Muttalip dedenin, bu devranla uzaktan yakına ilgisi bulunmuyordu. Hocasından "yadigar" imamiyesi kaybolmuş tesbihini, hüzünbaz bir endamla okşayıp, dalgın gözleriyle zamanı yudumluyordu sanki…
Köyü ikiye bölen Habeş Çayı, ne dertler gizler, ne sualler eder bilinmez amma, sırlar içindeki bir sır ile kıyıcığında dolaşan öğretmenle de söyleşiyordu günlerdir.
Muttalip dede, "metanet kuşanmış ulu bir kişi" olarak, köyün öğretmenini de, tekrarına dâhil etmişti:
"Yamacına vardım...
El etti bana.
Beri gel evladım dedi.
Koruya komşuya karşı emin ol.
Elinin ekmeğini ye… "
Her ne kadar, ihtiyarcığın anlattıklarını yeni duysa da, yüreğe nakşolan bu tekrar köyün de ezberindeydi yıllardır…
Kocamış Muttalip'in hocasının, son sözleriymiş bunlar. Seferberlik görmüş, aç kalmış, öte ataları harbe girmiş yaşlı dede, adeta bu öğüdün divanesi olmuş, yanına çöken her bir insan evladına, bıkıp usanmadan, bu öğüdü tekraren anlatıp dururdu…
Onun da, bu kadim anlatı çok hoşuna gitmişti. Yitik zaman masal kahramanlarının sözleri gördüğü hikmet geçidini, hafızasına yazıyordu saniye saniye…
**
Güz, sarımtırak saçlarını dağıtarak kapıya bacaya sere serpe uzanmıştı yine. Her zaman olduğu gibi, yine sobanın iştahını kabartma ile meşgulken, öte mezrada oturan Lisan amcanın getirdiği lavaşlar, birkaç gün idare etmenin sevincine gark etmişti içini. Lisan amcanın masumiyet kokan sadeliği, onlarca ciltlik kitabın anlatamayacağı duruluklar sunardı sanki…
***
Okulun hemen karşısındaki tepe üzerindeki çamlar, ak gerdana dizilmiş inciler gibi yemyeşil bir asudeliği barındırıyorlardı.
Birden bire karın, narin dallara bir gelin duvağını anımsatırcasına inmesi, köy öğretmeninin şair yanını coşturuyor, vakitli vakitsiz emsalsiz cümleler indiriyordu ajandasının bir kenarına.
Yeni yeni tanıyordu herkesi. İlk zamanlar alışmakta zorluk çekse de zamanla, insanların yüreklerindeki sırlara vakıf olmasıyla, ısınmaya başlıyordu bir cümle ahaliye.
Özelikle okulun hemen altında gürül gürül akan Habeş Çayı, ona tarifsiz coşkular veriyordu.
Cuma günleri, kendisini çok etkiliyordu…Cuma günleri sanki yarı bayramdı. İnsanlar, dört bir yandan gelip burada namazlarını kılıyor ve akabinde ise bir birlerini yemeğe götürüyorlardı….
Köyün yaşlı din bilgini Mustafa hocanın Cuma Namazını kıldırmasına, herkes gibi o da meftundu. Hele namaz akabinde "o titrek sesi ile ettiği dualar" bir başka lezzet veriyordu o anlara. Duanın sonunda, "ordumuzun havada, karada ve denizde muzaffer olmasını" dilemesi, insanın içini titretip, bir cümle ahaliyi de yüce bir duyguya salıyordu...
***
Irmağın kıyısında, her daim iki gövel ördeği kollayan köyün posta acentesi Akif abi de, zamanın ölgün suretini canlandıran bir oyuncuydu adeta. Derenin içindeki bu yalnız köyde, kendi şahsına münhasır değişik bir âdemoğlu idi…
Türk filmlerinin baş aktörü Ayhan Işık vari bıyıkları ve köşeli kasketiyle, tamamlıyordu bu oyunlar içindeki oyunları.
"Merhem kar etmez bir yara var içimde" der dururdu çok bir zaman… Kimseye hissettirmediği yarasını, bir tek ona açmış, uzun süredir görüşmediği hapishanedeki oğlu Şükrü'ye mektup yazdırmıştı.
Uzun uzadıya hasretleri anlatan mektubu bitirip, son defa Akif abiye okurken, onun ağzından gayri ihtiyarı dökülen mısralar da, varıp karışıyordu ırmağın deli dolu kollarına:
"Saçım sarı ben bu saçı satarım
İstanbul postanesine mektup atarım.
Mektubumun cevabı gelmez ise
Hasta olur yataklarda yatarım.
**
Tabip gelse yaralarım ey olmaz…
Lokman nicedir ıstırabım dindirmez
Can oğlu da mapushane göndermez
Benim derdim dağlar gibi yücedir.
**
Şu koca dağın karı erimez
Göz göz olan yaralarım ey olmaz
Kara oğlu da mapushane göndermez
Benim derdim dağlar gibi yücedir."
***
Köylüler, elektriklerin gittiği gecelerde değişik hikâyeler de anlatırlar, hatta lojmanın hemen ötesinde köyün girişindeki virane "değirmen" ile ilgili de, gizemli şeyler sohbete konu olurdu...
"Aman hoca, gece o değirmen etrafında dolaşmayasın. Gece vakti orası sahipli. Ecinliler çalgılı çengili düğün eylerler" diye yarı şaka yarı ciddi takılıverirlerdi.
Sonra da muzip muzip KAYA EMMİ ve HAKİ ABİ bir birlerine kaş göz ederek gülüşürlerdi. Merhamet iyisi ÇİÇEK TEYZE "sen onlara bakma hocam, sen has insansın sana kötülük ilişmez" der sohbeti sonlandırırdı.
Yine fırtınanın, canhıraş sağı solu yaladığı bir gece, yağan karı selamlamak için dışarı çıkınca, hakikaten de "o yıkık değirmenin dibinde yanan iki sigara ateşine benzer" ışığı görünce, acaba köylülerin anlattığı sırlı şeyler mi var diye de aklından geçirmeyi ihmal etmedi.
Öteden görünen çıngıyı, biraz daha yakından görmek için bildiği duaları okuyarak yavaş yavaş oraya yaklaştı. Vardığında ise, dağın ardındaki Söğütlü Köyü´nden iki kişinin, Zara´dan gelirken fırtınaya tutularak oracığa sığındığını görmüştü...
Köylülerin anlattığı "ecinli düğünü" olmamasının sevinci ile kışa tutulup değirmenin "duldasına" sığınmış bu köylüleri, yaşadığı yalnız lojmana buyur etti.
Öyle ya, bir öğretmenin bulgur pilavı ve kırmızı mercimek çorbası her daim hazır ve nazırdı. Tanrı misafirlerini, mükellef olmasa da yarı mükellef bir sofra ile akşamı lezzetlendirip, sabah erkenden de köylerine salıvermişti.
Bu gece misafirleri, unutmamışlardı bu yapılanları. Ne zaman ilçeleri Zara´ya gitseler, ara ara uğrayıp öğretmenin bir ihtiyacının olup olmadığını soruyorlardı. Sormakla da kalmayıp, köyden gelirken yanlarında getirdikleri bir "helki" yoğurdu da, kaş ile göz arasında bırakıyorlardı.
Zaman geçiyor ve köy, artık kendinden bildiği bir öğretmen ile bütünleniyordu. ÜTÜKYURDU KÖYÜ öğretmene, öğretmen de köye alışmıştı vakti gelince.
Sabahın köründe kalkan köylüler, kara tipiye aldırmadan günlük işlerini yaparlardı.
Masalımsı durulukları içinde barındıran bir köydü adeta burası. Sanki bir cümle ahali bir Türk filmi oyuncusu gibiydi.
"Kar olur, boran olu, tipi olur yollar kardan günlerce kapanır ama hiçbir kimse yüreklere ulaşan sadelikle süslü yolları kapatmazdı..."
Çoğu gece vakti de, tipiyi yara yara bir birine gece oturmasına giderlerdi. Bir insan gidecek kadar açılan kar yolundan, bir sicim gibi dizilen "kar kuşanmış adamlar" rindi bir yalpalayışla varırlardı gece oturmalarına…
Hafta sonları köyün yakın mezrasında oturan Çavuş Abi, bir Yunus misali ağırbaşlı narin tavırlarıyla "hadi hoca bugün ağıla gidelim" der ve öğretmeni alarak "har har" traktörü ile yola revaan olurdu.
KABALAKLI mezrasında geçen hafta sonları rahatlatırdı günleri. Güngörmüş ŞÜKRİYE teyzenin, "aha hoca KÖSEDAĞ dedikleri orası" diye gösterdiği ihtişamlı dağ, kaf dağıydı adeta…
***
Uzak bir dağ köyü ve uzak bir hayat türküsüydü sanki. Yalnızlık ve anılar içini yakıp kavursa da, memleketteki anasının dizlerinin ağrısı da aklından çıkmıyordu. Lojmanın tek penceresinden karşı dağlara bakarken, çocukluğunun geçtiği dağlarla, bu dağları bütünlemeye çalışıyor lakin yüreğine yine de kekremsi acılar gelip koro halinde otağ kuruyorlardı…
Lojmanın küçük pencerenin karşısında akan bozuk çeşme, önüne konulan kaba, ağır ağır çiseleyerek akıyor ve bir bilinmez anı uzatıyordu ÜTÜKYURDU KÖYÜ'nde…
***
Mağrur bir kartal gibi başını yücelten Kösedağ, kıyıcığındaki ırmaklarını coşturuyor ve tılsımıyla şerbetleyen herkesi, bilinmez heyulalara atıyordu. Yaz kış demeden onun haşmet türküsünü köye ulaştıran Habeş Çayı, boz bulanık günlerden arî zamanları dillendiriyordu adeta.
***
Bütün yaşananları, anı anına günlüğüne kaydetmekle birlikte, arasına nevruz koyduğu kitaplardaki sıralı şiirleri de, gecenin en öte vaktinde okumaya devam ediyordu.
Her akşam gibi, yine yalnız bir köy akşamında, lojmanın penceresinden köyün ölgün ışıklarına gözleri dalıyor ve duru bir sessizliği yüreğine damıtıyordu. Camın, buğuyla kaplı bir yanına işaret parmağıyla, "meğer ne zormuş insansız kalmak" yazıp, avuç içleri ile de hemencecik siliyordu.
***
Akşamın koyu seyrinde, saksağanların kapı zili kabilinde işaretleriyle içeri girip, dalgın sükûneti bir anda bozan yaşlı adam, lojmana en yakın yerde oturan biriydi. Kara bir suret, kalın iki kaş, gözleri yuvasından fırlayan bir bilgelik vardı duruşunda…
Sobanın üstünde, saatlerce kaynayan su, bir çayı dudaklarla tanıştırmak için hazır kıta bekleşip durmaktaydı. Gece çayına, çocukluğundan beri meftundu zaten. Yatsılıkların, geceyi eğlenceye dönüştürdüğü toprak damlı bir bozkır köyü, naylon cama vuran çaresizlikler, bacada güzden kalma "log" taşının ezim ezim ezdiği "kesekler"…
İrkildi birden bire. Davetsiz konuğu da anlamamıştı bu dalgınlıklar geçidini. Daha akşam olmadan, pelit odunlarla şenlendirdiği soba, yitik zamanları, çıngıları ile aydınlatıyor ve dahası gelen misafirin dalgın bakışlarında da kayboluyordu.
**
Ali Paşa dayı… Bu köyün en yaşlısı sayılırdı. Güngörmüş, nice memleket gezmiş, terkisinde her daim hatıraları olan biriydi. Kösedağ´a inmiş kırağılar misali, sakalına düşmüş aklarla kartal gibi bir âdemdi adeta.
Kapıyı tıklatarak destursuz içeri girmesi ve dahi usulca bir kenara oturması, "iyi insanların yağız ata binipte gitmeyeni" herhalde diye, içinden geçirmesine sebep oldu.
Kısa kısa cümlelerle azıcık hasbıhalden sonra, yaşamının birçok yerinde, ilginç insanlarla tanışma hayali olan bir insana, dünyanın en güzel söyleşmesini anlatmaya başlamıştı o gece…
Uzunca,sobanın üzerinde kaynayan suya bakıp, bir of çekip karşıki dağları paraladıktan sonra, masal kahramanlarını anımsatan bir eda ile:
-- Söyle bakalım hoca, su ile odun ne konuşuyor?..
Kem küm etmeyi anlamış olacak ki, başladı bir bir anlatmaya:
-Bak evlat, su oduna saatlerdir serzenişte bulunuyor. Odunu vefasızlıkla suçluyor. Ona, ben bir zamanlar yağmurdum, sen de cılız bir fidandın. Ben seni büyüttüm, suyunu verdim, karnını doyurdum. Ama sen şimdi ateş oldun ve beni fokur fokur kaynatıp canımı yakıyorsun. Bu hiç arkadaşlığa, vefaya sığar mı diye nidada bulunuyor…
Ev sahibi şaşırmıştı, bu konuğun anlattıklarına. "Kar kuşanmış bir ulu kişi" diye aklından geçirdi…
Kendisinin yıllardır bakıp ta göremediğini, bir hal yordamı ile irdeleyen bu yaşlı adamın, gecenin bu en tenha yerinde söylediği vefa örneği, oldukça içlendirmişti adam yüreğini…
Günlerdir aynı manzarayı, boş gözlerle seyrettiğinin farkına varmıştı bu andan sonra. Ali Paşa dayı ile o akşam ki muhabbete doyum olmaz bir aşkla sarılmış ve onu her gördüğünde, yeni şeyler öğrenmek için konuşturma çabası günlerce devam etmişti. O da bıkmadan usanmadan bu ısrarlara bigane kalmıyor, "dış devlet" anılarından başlayarak bir bir anlatıyordu hafızasındaki kayıtları..
***
Günler yine, anasının koynuna girip kayboluyordu. Metreye yakın kar dağları, yavaş yavaş bahar sultanının gelişi ile karıncalanmaya başlamıştı çoktan. Köylülerin "aşağı yeli hele bir essin hoca, bir milim kar kalmaz" lafı gerçekleşiyordu sanki. Aşağı yel dedikleri, güneyden esen, insanı üşüten lakin karı eriten tuhaf bir esintiydi. "İnsana buz, kara kor gibi" derlerdi bu dere ahalisi…
Karların erimesi ile dağların sukutu gitmiş, öteden beriden nice tuhaf söylenti serisi, öğretmenin kulağına kadar gelmişti.
Lojmanın bahçesine, bir düzine askeri araç ile gelen Jandarma Komutanı, etrafı kolaçan ediyor, yöredeki geçiş noktalarına karşı öğretmeni uyarıyordu:
"Gece kapıyı açmayasın. Erkenden ışığını söndürüp uyumalısın" diye tembih üstüne tembihler ediyordu…
Ne kadar etrafta tehlike kol gezse de, ayın karşı tepelerden doğuşunu seyretmeyi hiçbir şey engelleyemezdi. Ayın doğma vakti, eline aldığı pelit sopa ile karşı tepenin en doruğuna çıkıp, bir çörek gibi usul usul Kösedağ tarafından yükselen ayı izler ve bunda şairane hazlar duyardı…
Ay doğuşu akabinde, yıldızlar sultanı dediği Yedi Kandilli Süreyya'larla da hasbıhal geçidi, yüreğin aman bilmez endamıydı bile…
***
Mart sonuna doğru bir akşam vakti, yine günlük işlerini yaparken, kapının tanımadık bir ses tonu ile vurulduğunu işitti.
Uzanıp kapıyı açtığında, gece kar fırtınasına yakalanıpta, lojmanda bir gece ağırladığı iki kişinin geldiğini gördü.
Kısa bir hasbıhalden sonra, onların yüzlerindeki tedirginliklerin perde arkasını aralamaya başlamaya uğraşsa da, kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Akşam sofrasının sultanı bulgur pilavı akabinde, ısrarla "ışıkları kapatıp yatalım" demelerinden sezmişti bir şeylerin ters gittiğini.
Öyle de yaptılar. İkisi yer yatağında, o da kanepede yatarak geceyi sabaha demirlemişlerdi. Lakin gelen iki konuğun, sabaha kadar uyumadıklarını hissetmiş, hatta her tıkırtıda sıra ile birinin dışarıya çıkıp sağı solu kolaçan ettiklerini anlamıştı.
Sabah olduğunda kalkıp, bir gölge gibi karşı tepeye doğru çekip gitmişlerdi.
Olandan bitenden bir şey anlamasa da, aklının ucundan epey bir soru, ardı ardına sıralanıp bir ip gibi uzanıyordu.
Bir maaş gününde ilçeye indiğinde, onlara bu anlamsız gecenin hikmetini sorduğunda anlamıştı ki, o iki davetsiz misafir "hocaya bir şey olmasın yanında kalalım" diye bilerek gelmişlerdi.
Bunu aşikar ettikten sonra "herkes yüreğinin ekmeğini yer hocam" diye son cümleyi söyleyip, bu konuyu bir daha açılmamak üzere noktalamışlardı…
***
Bahar Sultanı, bütün coşkusunu sere serpe dört bir yana dağıtmaya başlamıştı çoktan. Kardelenlerin, gökle yaşadığı temaşa görülmeye değer bir seyrangahtı adeta. Sıra servilerin patlamaya hazır tomurcukları çoktan patlamış, gök sultanın mavimsi şiiriyle söyleşiyorlardı yine.
Gök gürlemesi ile uyanan börtü böcek, eleğimsağmanın rengârenk tılsımına bulanmış bir şekilde, insan yüreğine gizemli şiirler fısıldıyorlardı...
Lojmanın yanı başındaki bozuk çeşmede, her gün ellerini yıkayan Ali Paşa dayı, yine kır çil sakalını sıvazlayıp, kısık gözlerle yamaçlarda bir sicim gibi dizili çam ağaçlarını solukluyordu.
Nice şakayı, metaneti ve bilgeliği sözlerle aktardığı herkesçe malumken, o gün durgun bir hal yüzünde ve hareketlerinde kol geziyordu.
Bu durgunluğu gidermek için öğretmenin pencereyi aralayarak verdiği bir bardak demli çayı, usulcana içip ağzından gayri ihtiyari dökülen cümleler pek manidardı yine:
"Koca bir ömür sürdüm. Yoruldum artık hocam. Bu dünyanın yükü ağır. Bu kara tren artık bu gam yükünü çekemez oldu.… Bu gurbet hanesi, kapıyı kapattı kapatacak...Gönül kuşu, ebedi yuvasına hasretli"
Ardı sıra, sesine ağır bir buğu ve ağıt katarak öyle bir deyiş mırıldandı ki, yanı başında akan bozuk çeşme dahi sukut eyleyiverdi:
"Gene gam yükünün kervanı geldi
Çekemem bu derdi bölek seninle
Eremem lokmana çaresiz kaldım
Çekemem bu derdi bölek seninle.
**
Bağımıza gazel düştü güz oldu
Geçti bu zamanlar ne tez oldu
Derdin bin iken bin beş yüz oldu
Çekemem bu derdi bölek seninle."
Bir müddet sonra "tillesiyle", ağır ağır karşı tepeciğe eşeğini otlatmaya doğru yönelirken, o da hafta sonu işlerine kendini yoğunlaştırmıştı.
Ulu kişilerin "söz vaktinde açılır" darbı meseli yine vaktini kovalamış olacak ki, birkaç çocuğun sağa sola doğru bağrışıp koşuşturması ile, Ali Paşa dayının yan üstü yattığı "cılgaya" doğru koşmaya başladı.
Yanı üzerine yatıp soğumaya başlayan bedenine elini vurunca anladı ki, sonsuzluğa çoktan yol almıştı "cılga" üzerinde.
Canhıraş bağırışmalar eşliğinde, bir battaniyenin arasında üç beş kişi evine getirince, ayyuka çıktı "hane tarafı" dediği karısı Sersem teyzenin feryadı figanları.
Gün geçti, vakit dolandı ama Sersem Teyzenin ağıtları hiç dinmedi derenin içindeki bu yalnız köyde.
Köyün içinden, lojmana doğru her yönelmesinde, onların evinin önünden geçerken, Sersem teyzenin "yiğidim hane saadetim beni niye bırakıpta, yuvama alaf saldın" ahu figanına hem o, hem de gece gündüz durmadan çağıldayan Habeş Çayı şahit oldu günler boyu…
Hatta, o acı nidaları duymamak için yolunu öteden de geçirse, lojman oraya yakın olduğundan, ta oradan bile yaktığı ağıtlar duyuluyor ve yüreğin tam orta yerini yakıp kavuruyordu.
Hatta bir seferinde, bütün cesaretini toplayıp yanına varıp, teselli edeyim diye bir iki laf etmeye bile kalkıştı az biraz. Öteden bildiği mukadderat anlamlı cümleleri Sersem teyzeye sıralarken, onun nemli gözleri daha da çağıldıyor ve hüzün ırmaklarını boşaltıveriyordu yüzüne:
"Nasıl ağlamayayım hanemin ışığı söndü. Nasıl yanmayım, ocağıma şivan düştü…Nasıl yanmayım adamım beni, eli koynunda bıraktı…"
***
Baş yastığını yolculamanın verdiği hüzünle, arşı alanın şahitlik ettiği bu nazenin ağıtlar, içini günlerce yaralamaya devam etmiş, davudi ses tonuna, lojmanın yanı başındaki selviler de konaklayan saksağanlar bile pür dikkat kesilmişlerdi
Anadolu bu olsa gerekti. Binlerce yıldır arı kovanından süzülen, irfani duygu bu olsa gerekti diye günlerce söylendi durdu….
Kendini dağlara taşlara vurmaya kalksa da, Sersem teyzenin bitmeyen ağıtları kulaklarından hiç eksilmedi. Ne zaman köy içine varsa, veya bu tarafa gelse, onun kadife sesinden arşı alayı titreten ağıtları hiç eksilmeden devam etti durdu…
Gün dolaştı, ay geçti ama öğretmenin dudaklarında Sersem teyzenin "ocağıma şivan düştü" sözü hiç peşini bırakmadı aylarca…
Bahçe duvarı içindeki yarı harap evinde, eli çenesinde ağlamayı eksik etmeyen Sersem teyzenin, avuçları ile gözyaşlarını silmesi daha bir içini yaralıyor, gözlerinin önünden anasının göz yaşlarını avuçları ile silmesi geçiyordu…
Biri gözleri önünde, biri hayalinde olan ağıt korosunu, öksüz bırakmamak için, o da lojmanın en tenha yerinden katılıyor ve avuçları ile gözyaşlarını silip, gece gündüz çağıldayan Habeş Çayı ile söyleştiriyordu…
Osman ÇELİK/ 1997/1998 ZARA ÜTÜKYURDU KÖYÜ